Perşembe, Mart 29

Bir 'Baba' ve 'Kızı'


Okuyanlar bilir benim babamla oldukça garip bir ilişkim var. Şey aslında garip demek ne kadar doğru emin değilim çünkü ‘garip olmayan aile ilişkileri’ hakkında pek bir fikrim yok açıkçası. Her neyse biz babamla önceden plan yapmıştık, bugün beraber sinemaya gidecektik. İşte okuldayken beni  aradı , saat beş civarında buluşmaya karar verdik, benim de dershanem vardı zaten, etüt çıkışı Ankamall’e gidecektim. Sonra babam bana derste mesaj attı ki o an fark ettim insanın babasından mesaj alması çok ilginç bir şey. Aynen aktarıyorum:
Babam: Sen okuldan kaçta çıkıyosun
Ben: Ucu on gece(telefonum yeni servisten geldi de daha uyum sağlayamadık)
Babam: Daha erken gidelimmi
Ben: Olabilir. Plan ne?
(Yazım hataları mesajlaşma esnasında olanlardır.)
  Her neyse işte biz kararlaştırdık, okul çıkışı aldı babam beni. Anteres’e gitmek istiyordu, oraya gittik.  Ben de şimdiye kadar bir bilemedin iki kez gitmişimdir oraya, pek de sevmem. Ama sinema salonları güzelmiş. Film seanslarına baktık, en yakın olanları benim hayatta seyretmeyeceğim filmler. Ben zaten Açlık Oyunları’na gitmek istiyordum. Aslında ona çıktığı gün gittim ama kitabını çok beğendiğimden tekrar gitmek istedim. Sevdiğim filmlere öyle yaparım ben. Çoğu Karayip Korsanları filmine iki kez gitmişimdir mesela.
  Açlık Oyunları’nın en yakın seansı da altıyı çeyrek geçe başlıyordu, babam o kadar beklemeyelim, zaten seyretmişsin, dedi. Ama ben durur muyum? Babamın telefonundan bağlandım internete sinema arıyorum. En sonunda uflaya puflaya Ankamall’e gittik. Ben biletleri aldım, o arada Genç Turkcell şifresiyle verilen indirimli mısır kuponunu kaybettim.
  Sonra babamla şu çikolata şelalesinden yemeye gittik. (Aslında adı bu değil ama) Görevli resmen bizi dolandırdı, fiyat farkını söylemeden onu bunu eklettirdi sonra iki katını aldı. Bu benim ilk yiyişimdi zaten. Beğendim ama öyle çok matah bir şey de değildi. Sonra birlikte D&R’a gittik. Babam kişisel gelişim kitaplarına bakarken bende İngilizce romanlara baktım. Sophie Kinsella’nın birkaç kitabı vardı Türkçe’ye çevrilmemiş ama hiç araştırma yapmadan almak istemedim. O arada babam elinde iki kitapla geldi. Düşünce Gücüyle Tedavi 1 ve 2.  Bu kitapta hastalıklar, bunlara neden olan düşünceler ve bunlardan kurtulmak için ne düşüme gerektiği yazıyor. Direk baş ağrısı kısmını buldum. Çünkü arada öyle ağrıyor ki bir silah bulup kafama dayamak istiyorum ama tabi o baş ağrısına rağmen aklım birazda olsa yerinde.
 Neyse, konuyu dağıtmadan sadece hastalıkların ve nedenlerini alıntısını yapayım.
 Baş Ağrıları(Bkz. Migren) - Değersizlik duygusu. Özeleştiri. Korku.
  Tabi ben bunu görünce kitapçının ortasında dona kaldım. Çünkü o değersizlik duygusunu kesinlikle hissediyordum. Babam bakıyor sanki bunu gerçekten hissedip hissetmediğimi çözmeye çalışır gibi. Diyemiyorum ki ben bunu yıllarca hissettim ve en çok senin yüzünden diye. Ama sanırım anladı çünkü o da durgunlaştı. Ben de bu ara çok göze batan diğer hastalıklarıma bakıyım dedim
 Mide Bulantısı - Korku. Bir fikri ya da deneyimi kabul edememek.
 Araba Tutması(Bkz. Hareket Hastalığı) – Korku. Tutsaklık. Kendini kapana kısılmış hissetme.
  Açıkçası saçma sapan bir kitap diye yok saymayı tercih ederim ama bazılarını kesinlikle hissediyordum. O yüzden kitabı babamın eline tutuşturup ordan kayboldum. En çok o değersizlik kısmı koydu zaten. Çünkü bu çok üstünde düşünmemeye çalıştığım bir şey.
  Bu arada D&R’ı gezerken keşke küçük olsaymışım dedim. Barbie bebek için kıyafet tasarım çantaları var ya. Çıkartmaları, kıyafet şekil cetvelleri, kumaş desenleri falan var. Utanmadan orda tüm modellerini inceledim, zaten görenlerde kardeşine falan bakıyordur zannetmiştir. Şimdi ki çocuklar çok şanslı :D
  İşte sonra film başladı. Ama öyle bir yere vermişler ki boynum tutulacak dedim daha film başlamadan. Halbuki kadın ‘Arka mı olsun orta mı?’ diye sorduğunda ‘Ortalar çok önde değilse orta olsun’ demiştim. Film başlar başlamaz sağ tarafımda oturan kızlar birden ayaklandılar ve salondan çıktılar. Baktım geri gelmiyorlar bir yana kaydım. Öbür koltuğa bir adam montunu koyunca oraya kadar gidemedim. Yarıdan sonra söyledim adama, yüzümde de çok tatlı bir gülümseme. Bu arada fark etmeden geçemedim, iki erkek arkadaş gelmişlerdi. Aklıma direk Kanka Kanunlarındaki sinemaya gitme maddeleri geldi. Şamslı günümdeymişim ama son geçtiğim yer çok güzeldi. Ama Ankamall’ün sinemalarını sevmediğime karar verdim, hem sıkışıklar hem de boynunuzu falan ağrıtıyorlar.

  Sinemadan çıktıktan sonra telefonuma bir baktım, annem beş kez aramış. Aslında geç geleceğimi de biliyordu ama babamla olunca böyle arayıp duruyor.  O da haklı aslında ne zaman babamla buluşsam eve hasta geliyorum. En son buluştuğumuzda öyle bir başım ağrımıştı ki ilaçlar, vurguluyorum ilaçlar, kesememişti. Babamda ara anneni söyle dedi, belli etmemeye çalıştı ama baya bozuldu. Ben de kendimi kötü hissettim. Yani bütün bunların aslında benle hiçbir ilgisi yok ama kendini kötü hisseden yine ben, yine ben. Aslında ikisi de beni mutlu etmeye çalışıyor. Babam benimle daha çok vakit geçirmek istiyor, bu arada benim tadımı da kaçırıyor; annemde bunca yıldan sonra gelip hayatıma dahil olmaya çalışmasına kızıyor. İkisini de anlayabiliyorum. Babamın çabalarını da görüyorum. Bugün hiç sesini çıkarmadan oradan oraya götürdü beni. Hani ufak şeyler için direk insanları suçlama gibi huyları var, biliyorum. Gideceğimiz filmi beş kere söylediğim halde ‘söylemedin, ben de seanslara bakmadım, söyleseydin böyle dolanıyor olmazdık’ gibi. Yine de eskiden olmayan bir nazik ve sakin olma çabası var.  Ama ben geçmişi unutmakta zorluk çekiyorum. Bu sürekli o zaman böyle olmuştu, şu gün şunu yapmıştı gibi düşünmek değil. Sadece güvensizlik duygusu. ‘Bakalım bugün ne çıkacak?’ sorusu.
(Bu resim beni çok duygulandırdı, keşke benim de babamla böyle bir resmim olsaydı)
  Annemse babama kızgın. Benim ne kadar çok üzüldüğümü biliyor ve affetmiyor. Şimdiyse hayatıma girmesini artık belirli bir yaşa gelmiş olmam olduğunu, ileride bana ihtiyaç duyacağından birden ilgi göstermeye başladığını düşünüyor. Açıkçası bilmiyorum,  öbür türlü olmasını diliyorum; çünkü her şeye rağmen onu seviyorum. İnsanın kendi kanından birini silip atması çok zor. En ufak iyi bir davranışı bile her şeyi unutmama yetiyor. Ama unutulması gereken şeyler hiç bitmiyor. Sürekli, sürekli oluşuyor.
  Şu anda evdeyim. Babamın yanına her gittiğimde olduğu gibi hissediyorum. Sanki bir kitap okuyormuşum da okumayı bırakmışım gibi. Nedense beraber yaptığımız her şey kendi hayatımın değil de aslında ben olmayan ama bana benzeyen birinin hayatının bir parçasıymış gibi. Üvey babam, ben ve annem bir şeyler yaptığında da bu kadar yoğun olmasa da buna benzer hissediyorum. Ama aslında gerçek ‘Ben’ hangisiyim bilemiyorum, bu da beni öfkelendiriyor.

Read More




Çarşamba, Mart 28

Hah! Ben Sevimliyim!


1. Thank the person you gave the blog award and make a link her blog.
(Blogundan ödül aldığın kişiye teşekkür et onu linkle göster)
Blog yazmaya ilk başladığımda takip ettiğim belli başlı birkaç kişi vardı ama içlerinden birinin yazılarına bayılıyordum. Bütün yazılarını baştan sona(aslında sondan başa) merakla ve zevkle, bölenlere çığlık atarak okuduğum. Bir müddettir yazılarını göremiyordum ve bu yüzden çok mutsuzdum. Ama o artık geri döndü ve bana bir ödül verdi. Teşekkürler Ekimoza!
2. What is your favorite make up product?
(En favori makyaj malzemen?)
Kendime güvenebileceğim bir şey varsa o da cildimdir. Hayatım boyunca hiçbir zaman cildim için endişelenmem  gerekmedi, bir tek güneş kremi kullanmam şarttır (kışın bile), çünkü benim küçük, güzel çillerim var :D şu tüm yüzü kaplayanlardan değil elmacık kemikleri üzerinden başlayan ince bir şerit halinde :D
Ama en favori makyaj malzemem kahve, kırmızı tonlarındaki rujlardır. Hem renkleri çillerimle ve saçlarımla uyumlu hem de benim kendi dudaklarım çok soluk…
Sonra rimelleri de seviyorum, şu gözlerinizi örümcek ağı gibi yapmayanları  :D Aslında düşündüm de çoğu makyaj malzemesini seviyorum sadece kullanmıyorum, çok uğraş istiyor:D
3. What was the favorite trend of 2011?
(2011'in en sevdiğin trendi?)
‘O ne ya!’ diyerek geçiyorum bu soruyu.
4. What is your favorite desert?
 (En sevdiğin tatlı?)
Favori mi! İçinde çikolata ya da vişne (mümkünse ikisini birden) barındıran tüm tatlılar favorimdir, hiç birini dışlamam!
5. What is your favorite color?
 (Favori rengin?)
Bu favori işi beni yormaya başladı. Benim favorilerim yokmuş bunu anladım. Tüm renkleri severim. Zaten resim çizen birinin bir rengi diğerinden ayırması doğru olmaz. Kıyafette siyah, kırmızı, turuncu tonlarını, odamda yeşil, krem, kahve;  kalemlerde pembe, mor, mavi… Bu böyle gidiyor.
6. What is your name?
(İsmin?)
Cidden mi? Cadee…
7. What is the last song you listened to?
(En son dinlediğin şarkı?)
My Kinda Girl
8. Cats or dogs?
(Kedi mi köpek mi?)
Kediler. Özelliklede hırkanızın içinize sığdırabileceğiniz yavrular… Keşke hiç büyümeseler:)
9. Tell something you've never told your blog?
(Daha önce blogunda söylemediğin bi'şey söyle)
Bazı geceler kendi kurduğum hayallere (hayali karakterler çevresinde gerçekleşen) duygulanıp, ağlamaya başlıyorum. Çok garip olduğunu biliyorum ama kalbimin derinliklerinde hissedebiliyorum. Hem içimdekileri bu sayede attığımdan biri beni üzecek bir şey yaptığında göz yaşlarına boğulmak yerine ona ‘Cehenneme kadar yolun var!’ diyebiliyorum.
10. Pass this blog award to blogs which thing they deserve.
(Başka bloglara da bu ödülden ver)
Bana en zor gelen kısımlardan biri de bu işte.  Lavinya’ya, Bir Megolaman Kız’a, Seymsomething’e , Zombi’ye ve mimlenmeyi pek sevmediğini bildiğim halde Googhan’a ödül veriyorum.  Şey sizi çok ‘sevimli’ buluyorum. 
Read More




Çarşamba, Mart 21

Şehriyeden Aşk

(Bir ödev yazısı daha... Öğretmenim bayıldığı için daha nazik olmaya çalıştım.. Ama ruhani olarak çöküntüde olduğum bir gün yazdığım için çok berbat olmuştu ve bir sürü hata vardı, bunlardan dolayı şimdiden özür diliyorum çünkü tam bir kontrol yapamadım... Ne düşündüğünüzü söyleyin!)

   Aşk Zamanı, izleyene kadar hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığım bir filmdi. O kadar ki, arkadaşlarımdan biri Türkçe mi izleyelim dediğinde cevabım “İngilizce izleyelim, orijinal dilinde olsun” olmuştu. Filmin orijinal dilinin İngilizce olduğunu düşünme sebebimi, halkımız olarak daha çok Amerikan veya İngiliz yapımı filmleri izleme ve beğenme alışkanlığından geldiğini düşünüyorum. Ama kendimi böyle bir hataya düştüğüm için, başka bir ülkenin yapımı olabileceğini düşünmemediğim için herkesten önce eleştiriyorum.
   Yaptığım hatadan dolayı film hakkında seyrettikten sonra birazcık araştırma yaptım.  Aşk Zamanı, İngilizce adıyla In The Mood For Love, orijinal adıylaysa  Fa Yeung Nin Wa, 2000 yılı, Hong Kong yapımı, yönetmenliğini  Kar Wai Wong’un yaptığı dram romantik türünde çarpık evlilik ilişkileri üzerine kurulu 100 dakikalık bir film.
  Filmde imgeler inanılmaz güzellikte kullanılmış ama anlayabilmek için oldukça dikkatli olmak ve filmi bir anlığına dahi olsa kaçırmamak gerekiyor. Ben imgeleri anlamakta zorlanan insanlarım, bu yüzden bazı arkadaşlarımın açıklamalarının çok yardımcı olduğunu itiraf etmem gerek. Ama görselliğini anlayabildiğim için mutluyum. Kadının fizikselliğini öne çıkartan bir çekim yapılmış, hatta çoğu zaman yüzüne odaklanmak yerine vücuduna odaklanıyor, oldukça düzgün ve çekici bir vücudu olduğu ve bunu zarafetle sergilediği içinse bu durum ilgi çekici oluyor. Kadının aynı kıyafetleri tekrar giyiyor oluşu, arada yüzüğü taktığı parmağını değiştiriyor oluşu ise günlük hayatta hep yapılan şeyler olduğu için doğallığını arttırıyor.
  Ben şu ‘aç karna aşk olmaz’ inanışına sahip insanlardanım, bu filmde görüşümü kanıtlıyor. Onlar için şehriyesiz aşk olmaz, ne yazık ki bu ‘şehriye’ dedikleri şey daha çok makarnaya benziyor, çeviri hatası olduğunu ummaktan başka bir şey gelmiyor elimden.  Susam şurubunun ne olduğunu bilmesem hatta hayal dahi edemesem de yağmurda ıslanıp hastalanan erkek çok memnun görünüyor ki bu hoş ve klasik bir romantizm bence.  Filmin yarısından çoğunda yemek yiyor oluşları bazen can sıkıcı olsa da yemeğin küçümsenmemesi gerektiğini dünyaya duyurur biçimde.
  Filmin müziklerine hayran kaldım, aynı müziğin birkaç kez tekrarlanıyor oluşu, bize onları biraz daha dinleme şansı veriyor. Özellikle filmin ilk yarısında dinlediğimiz, şu heyecan verici müziğe bayıldım, her çaldığında hastalık verici derecede bir inançla hiç gelmeyecek ‘aksiyonlu’ bir olayı beklemiş olsam da.
  Filmin birbirinden oldukça kopuk sahnelerden oluşuyor oluşu ve karakterlerin sadece beş saniyelik bir bölüm boyunca gülüyor oluşu beni yorsa da eğlendiğim bazı yerler oldu. Özellikle Bay Chaw’un Bayan Chan’e ‘eve gidince 3 kez çaldır’ deyişine hayran kaldım, biz gençlerin hayatının en klasik cümlelerinden biriydi bu, şu sms kampanyaları alıp başını yürümeden.  Ayrıca ayrılık sahnelerini prova ettiklerini anladığımda da çok gülmüştüm. Tam birbirinden ayrılacakları için üzülüyordum i birden kahkaha atmaya  başladım. Duygusal bir sahne olduğunun bilincindeyim, kadın hüngür hüngür ağlarken kendimi birazcık olsa kötü hissetmem gerektiğinin de, ama bu ‘prova’ olayı o kadar hoşuma gidiyor ki kendime engel olamıyorum.
  Kocasının kadının doğum gününü radyodan kutlayışı o zamanki dönemi yansıtan ilginç bir olay, siyah şemsiyenin zor bulunan bir şeymiş gibi, görüldüğünde sahibinin anlaşılabilir olmasıysa bir kusur gibi geliyor bana. Ayrıca kadının patronunun kullandığı kravatın, bir sonraki sahnede Bay Chaw tarafından kullanılıyor oluşu ve ofisteki fincanların restoranda da var oluşu film için maddi kısıtlamaların olduğunu düşünmeme neden oldu.
  Aradan 3 yıl geçtikten sonra kadının eski evini kiralayışı çok tatlıydı, keşke sözde ‘oğlu’ üç yaşından bu kadar büyük olmasaydı.
  Ağaç kabuğuna sır söyleme fikrini sevmiştim ama adam sırrını betona söylemeyi tercih edince bir an şoka girdim, hatta öyleki film bitene kadar çıkamadım ve ekranda yazılar belirmeye başladığındaysa saf saf ‘Bitti mi ki!’ diye bağırdım. Ve evet bitmişti. Sonradan öğrendim ki o betondan çiçek açmış, keşke onu kaçırmasaydım, kulağa oldukça hoş geliyor. Filmi çok beğendim ya da hiç beğenmedim demeyeceğim ama hafızamda yer edindiğini söyleyebilirim, uzun bir süre unutabileceğimi sanmıyorum.





Read More




Pazartesi, Mart 5

Bir Vampir Masalı

 (Açıkçası bu benim ödev yazım. Ama çok zevk alarak yazdığım için herkesle paylaşmak istedim. Not: Ben.Vampirleri.Seviyorum. Yine de 'birazcık' eleştiri yapmış olabilirim... Çünkü ödevin mantığı buydu :D)



  Günümüzde bir vampir modası aldı başını yürümekte.  Ama bu vampirler bizim bildiğimiz kanlı, ürkütücü vampirler değiller. Bunlar iyi niyetli, barışçıl ya da en kötüsünden sevebilen vampirler…  Hatta kitaplar göz önüne alınırsa aşklarıyla, sevebilme kabiliyetleriyle ve öfkeleriyle bizden daha çok insani özellik taşıyorlar.  Öyle ilginç yetenekleri var ki Dracula’nın yarasaya dönüşüyor olması solda sıfır kalıyor. Birkaç örnekle bu vampir modasını açıklamaya çalışacağım.
  Hepiniz Alacakaranlık serisini daha doğrusu efsanesini duymuşsunuzdur. Edward’la Bella’nın ölümsüz aşkı. Ama benim ilgimi çeken bu değil. Benim ilgimi çeken Stephanie Meyer’in vampirleri. Bu vampirlerin güneş ışığında hiç görünmemelerinin sebebi yanıp küle dönüşecek olmaları değil, hayır efendim, bunun sebebi parlıyor olmaları! Bunlar güneş ışığında parlayan, elleriyle kaya parçalayan, zevk için aslanlarla güreşen ve zarafetle geyiklerin boynunu koparan kehribar gözlü, nazik vampirler. Tabi işin içine bir damla kan girince tüm nezaket silinip gidiyor. Bir damla kanı görünce daha doğrusu koklayınca kendinden geçen vampirlerin en az beş yüz liseli kızın bulunduğu bir ortamda kimseyi öldürmemeleriyse bir mucize. Ah, unutmadan, bu vampirler insanlardan çocukta yapabiliyorlar, kim iddia ediyorsa ölü bir vücudun içinde yaşadıklarını, yanılıyor.
  Bir zamanlar Alacakaranlık serisinin Lisa Jane Smith’in yazdığı Vampir Günlükleri adlı kitaba ‘dikkat çekici ölçüde benzer’ yazıldığı dedikoduları dolaşıyordu. Bu kitabı okuduğumdan gerçekten benzer yanları olduğunu kabul ediyorum. Ama birkaç parçası ne kadar benzer olursa olsun birbirinden tamamen zıt uçtaki kitaplar. Bella ne kadar silik bir kızsa, Elena’da o kadar popüler. Çevresine ışık saçan bir kız ve tüm romantik hikayelerde olduğu gibi bir aşk üçgenin ortasında. Ne yazık ki bu aşk ilişkisinde üçüncü kişi bir yabancı değil, esas oğlanın erkek kardeşi. Aslında kardeşlerden ikisi de esas oğlan diyebiliriz.
Vampir günlükleri gerçekte 1994 yılında yazılmış bir seri. Ama bu seri ‘vampir akımı’ tamamen oluşmaya başlayıncaya kadar pek ortaya çıkmıyor. Daha sonraysa bu serinin dizisi çekiliyor. Vampir Günlükleri, şu anda üçüncü sezonu yayınlanan, Amerika’nın en popüler dizilerinden biri. Bunun sebebi ise senaryonun ve oyuncuların kalitesi. Bir diziyi  hem güzel kızlarla hem de yakışıklı erkeklerle doldurup, ortaya birazda macera ekledikten sonra ‘seyircinin ilgisini çekememe’ gibi bir durum söz konusu dahi olamaz.
Ama ne yazık ki kitap aynı yeteneğe sahip değil. Bunun en önemli nedenlerinden biri ana karakterin karakterden çok tipe benziyor oluşu. Güzel, zeki ve insanı yoracak derecede iyi kalpli. Asla öfkelenmez, asla sinirlenmez, hep affedici… Açıkçası üçüncü kitapta söz konusu karakterin meleğe dönüşüp kanatlanması beni birazcık bile şaşırtmadı.
  Söz konusu seri, dizinin çekilip, ünlü olmasından sonra devam ettirildi ve esas facia burada başlıyor. Smith’in doksanlı yıllarda yazdığı son kitap hafif bir bitirişe sahip. Devam ettirilebilir. Ama küçük bir aksaklık var ki insanın aklını başından alıyor. Yazılan son kitapta, öğrenciler liseden mezun oluyor ve balo yapıyorlar. Ama bu balo 1996 yılı mezuniyet balosu ve bu çocuklar 1996 mezunları. Ve bu arada ana karakter sürekli eski bir defter olan günlüğüne notlar alıyor. Diğer kitapta ise neler oluyor şöyle özetleyeyim.
Bizim kızın günlüğü bilgisayar günlüğü. Bu daha geçen sene 96 mezunu olan çocuklar kasabaları işgal altındayken cep telefonundan internete bağlanıyorlar.  Esas oğlanlardan birinin siyah bir Ferrari’si olduğunu da unutmamak gerek.  Aa şu işe bakın yılda 2008 oluverdi.
Eh işte, iki kitap arasında böyle bir fark yaşanınca insanın okuma hevesi de kaçıyor.  


  Masal dediğiniz şeyin, çocuklara yatmadan önce anlatılan, iyilik ve kötülük dersi veren ama güzel hayaller barındıran bir hikaye türü olduğunu herkes bilir. Ama gelin görün ki Vampir Akademisi serisinin ikinci kitabının üzerince kocaman harflerle ‘Bir Dampir Kış Masalı’ yazıyor. Her sayfada birinin öldüğü, yaralandığı ya da ‘ısırıldığı’, en sıkıcı kısmı vampirin bağışçısından kan içtiği yer olan bir kitabı masal olarak değerlendirmek ne kadar garip olsa da yayınevi böyle bir şey yazmayı uygun görmüş, bize söz düşmez.
Ah bir de bu yeni vampirlerin teknolojiyle bu kadar iç içe olması ürkütücü..
Vampir sevgilisi olan insan kıza mesaj atar.
  “Tatlım karnım acıktı..” Şimdi eğer kız bu kan verme işleminden hoşlanıyorsa(!) sevgilisine ‘Buraya uğrayıp bir ısırık almaya ne dersin?’ diye cevap atacaktır. Ama eğer kız bu işlemden hoşlanmıyorsa büyük olasılıkla bir baykuşa dönüşebilen sevgilisini baş düşmanını yemeye gönderecektir. İnanmıyorum demeyin, okudum.
Tabi öldüren ya da gündüzlerini mezarlıkta, toprağın altında geçiren vampirlerde var. Şahsen ben üzerinde gömlekle toprağın altına girmenin tabutta uyumaktan daha ürkütücü olduğunu düşünsem de  Charlaine Harris’in yarattığı, bu, insanların vampirlerden haberdar oldukları, vampirlerin sentetik kan içtikleri ve telapati gibi yeteneklerin, hatta şekil-değiştirenlerin yanı sıra perilerinde olduğu bu  dünyayı oldukça ilginç buluyorum. Kitabın diziye çevrilen şekli Vampir günlükleri gibi kitapla alakasız olup, cinselliği sürekli öne çıkarmakta. Ama yazarın yaratıcılığını ve anlatışındaki akıcılık ve ironiyi tebrik etmek gerek.


  Kısacası artık vampirler vampir değil, periler peri değil, düşmüş meleklerle ilgili olan kitaplardan bahsetmeye gerek bile yok. Yine de bu yeni akım kendi içerisinde gelişmekte ve belirli kişilere ulaşmakta. Biz vampire yeni yeni alışırken onlar dampirlere, moroi’lere geçiş yaptılar bile. Yine de vampir-insan aşkı konusuna bağlı kalıpta bu kadar az birbirine benzeyen eserin çıkarılması bir mucize. Her seferinde  başka bir dünyaya adım atıyor insan ama özet olarak artık vampirler iyi adamlar, insanlığa bizden daha bağımlılar, aynı şeyi insanlar içinde söyleyebilmeyi dilerdim.
Read More




Return to top of page
Powered By Blogger | Design by Genesis Awesome | Blogger Template by Lord HTML