Perşembe, Mart 29

Bir 'Baba' ve 'Kızı'


Okuyanlar bilir benim babamla oldukça garip bir ilişkim var. Şey aslında garip demek ne kadar doğru emin değilim çünkü ‘garip olmayan aile ilişkileri’ hakkında pek bir fikrim yok açıkçası. Her neyse biz babamla önceden plan yapmıştık, bugün beraber sinemaya gidecektik. İşte okuldayken beni  aradı , saat beş civarında buluşmaya karar verdik, benim de dershanem vardı zaten, etüt çıkışı Ankamall’e gidecektim. Sonra babam bana derste mesaj attı ki o an fark ettim insanın babasından mesaj alması çok ilginç bir şey. Aynen aktarıyorum:
Babam: Sen okuldan kaçta çıkıyosun
Ben: Ucu on gece(telefonum yeni servisten geldi de daha uyum sağlayamadık)
Babam: Daha erken gidelimmi
Ben: Olabilir. Plan ne?
(Yazım hataları mesajlaşma esnasında olanlardır.)
  Her neyse işte biz kararlaştırdık, okul çıkışı aldı babam beni. Anteres’e gitmek istiyordu, oraya gittik.  Ben de şimdiye kadar bir bilemedin iki kez gitmişimdir oraya, pek de sevmem. Ama sinema salonları güzelmiş. Film seanslarına baktık, en yakın olanları benim hayatta seyretmeyeceğim filmler. Ben zaten Açlık Oyunları’na gitmek istiyordum. Aslında ona çıktığı gün gittim ama kitabını çok beğendiğimden tekrar gitmek istedim. Sevdiğim filmlere öyle yaparım ben. Çoğu Karayip Korsanları filmine iki kez gitmişimdir mesela.
  Açlık Oyunları’nın en yakın seansı da altıyı çeyrek geçe başlıyordu, babam o kadar beklemeyelim, zaten seyretmişsin, dedi. Ama ben durur muyum? Babamın telefonundan bağlandım internete sinema arıyorum. En sonunda uflaya puflaya Ankamall’e gittik. Ben biletleri aldım, o arada Genç Turkcell şifresiyle verilen indirimli mısır kuponunu kaybettim.
  Sonra babamla şu çikolata şelalesinden yemeye gittik. (Aslında adı bu değil ama) Görevli resmen bizi dolandırdı, fiyat farkını söylemeden onu bunu eklettirdi sonra iki katını aldı. Bu benim ilk yiyişimdi zaten. Beğendim ama öyle çok matah bir şey de değildi. Sonra birlikte D&R’a gittik. Babam kişisel gelişim kitaplarına bakarken bende İngilizce romanlara baktım. Sophie Kinsella’nın birkaç kitabı vardı Türkçe’ye çevrilmemiş ama hiç araştırma yapmadan almak istemedim. O arada babam elinde iki kitapla geldi. Düşünce Gücüyle Tedavi 1 ve 2.  Bu kitapta hastalıklar, bunlara neden olan düşünceler ve bunlardan kurtulmak için ne düşüme gerektiği yazıyor. Direk baş ağrısı kısmını buldum. Çünkü arada öyle ağrıyor ki bir silah bulup kafama dayamak istiyorum ama tabi o baş ağrısına rağmen aklım birazda olsa yerinde.
 Neyse, konuyu dağıtmadan sadece hastalıkların ve nedenlerini alıntısını yapayım.
 Baş Ağrıları(Bkz. Migren) - Değersizlik duygusu. Özeleştiri. Korku.
  Tabi ben bunu görünce kitapçının ortasında dona kaldım. Çünkü o değersizlik duygusunu kesinlikle hissediyordum. Babam bakıyor sanki bunu gerçekten hissedip hissetmediğimi çözmeye çalışır gibi. Diyemiyorum ki ben bunu yıllarca hissettim ve en çok senin yüzünden diye. Ama sanırım anladı çünkü o da durgunlaştı. Ben de bu ara çok göze batan diğer hastalıklarıma bakıyım dedim
 Mide Bulantısı - Korku. Bir fikri ya da deneyimi kabul edememek.
 Araba Tutması(Bkz. Hareket Hastalığı) – Korku. Tutsaklık. Kendini kapana kısılmış hissetme.
  Açıkçası saçma sapan bir kitap diye yok saymayı tercih ederim ama bazılarını kesinlikle hissediyordum. O yüzden kitabı babamın eline tutuşturup ordan kayboldum. En çok o değersizlik kısmı koydu zaten. Çünkü bu çok üstünde düşünmemeye çalıştığım bir şey.
  Bu arada D&R’ı gezerken keşke küçük olsaymışım dedim. Barbie bebek için kıyafet tasarım çantaları var ya. Çıkartmaları, kıyafet şekil cetvelleri, kumaş desenleri falan var. Utanmadan orda tüm modellerini inceledim, zaten görenlerde kardeşine falan bakıyordur zannetmiştir. Şimdi ki çocuklar çok şanslı :D
  İşte sonra film başladı. Ama öyle bir yere vermişler ki boynum tutulacak dedim daha film başlamadan. Halbuki kadın ‘Arka mı olsun orta mı?’ diye sorduğunda ‘Ortalar çok önde değilse orta olsun’ demiştim. Film başlar başlamaz sağ tarafımda oturan kızlar birden ayaklandılar ve salondan çıktılar. Baktım geri gelmiyorlar bir yana kaydım. Öbür koltuğa bir adam montunu koyunca oraya kadar gidemedim. Yarıdan sonra söyledim adama, yüzümde de çok tatlı bir gülümseme. Bu arada fark etmeden geçemedim, iki erkek arkadaş gelmişlerdi. Aklıma direk Kanka Kanunlarındaki sinemaya gitme maddeleri geldi. Şamslı günümdeymişim ama son geçtiğim yer çok güzeldi. Ama Ankamall’ün sinemalarını sevmediğime karar verdim, hem sıkışıklar hem de boynunuzu falan ağrıtıyorlar.

  Sinemadan çıktıktan sonra telefonuma bir baktım, annem beş kez aramış. Aslında geç geleceğimi de biliyordu ama babamla olunca böyle arayıp duruyor.  O da haklı aslında ne zaman babamla buluşsam eve hasta geliyorum. En son buluştuğumuzda öyle bir başım ağrımıştı ki ilaçlar, vurguluyorum ilaçlar, kesememişti. Babamda ara anneni söyle dedi, belli etmemeye çalıştı ama baya bozuldu. Ben de kendimi kötü hissettim. Yani bütün bunların aslında benle hiçbir ilgisi yok ama kendini kötü hisseden yine ben, yine ben. Aslında ikisi de beni mutlu etmeye çalışıyor. Babam benimle daha çok vakit geçirmek istiyor, bu arada benim tadımı da kaçırıyor; annemde bunca yıldan sonra gelip hayatıma dahil olmaya çalışmasına kızıyor. İkisini de anlayabiliyorum. Babamın çabalarını da görüyorum. Bugün hiç sesini çıkarmadan oradan oraya götürdü beni. Hani ufak şeyler için direk insanları suçlama gibi huyları var, biliyorum. Gideceğimiz filmi beş kere söylediğim halde ‘söylemedin, ben de seanslara bakmadım, söyleseydin böyle dolanıyor olmazdık’ gibi. Yine de eskiden olmayan bir nazik ve sakin olma çabası var.  Ama ben geçmişi unutmakta zorluk çekiyorum. Bu sürekli o zaman böyle olmuştu, şu gün şunu yapmıştı gibi düşünmek değil. Sadece güvensizlik duygusu. ‘Bakalım bugün ne çıkacak?’ sorusu.
(Bu resim beni çok duygulandırdı, keşke benim de babamla böyle bir resmim olsaydı)
  Annemse babama kızgın. Benim ne kadar çok üzüldüğümü biliyor ve affetmiyor. Şimdiyse hayatıma girmesini artık belirli bir yaşa gelmiş olmam olduğunu, ileride bana ihtiyaç duyacağından birden ilgi göstermeye başladığını düşünüyor. Açıkçası bilmiyorum,  öbür türlü olmasını diliyorum; çünkü her şeye rağmen onu seviyorum. İnsanın kendi kanından birini silip atması çok zor. En ufak iyi bir davranışı bile her şeyi unutmama yetiyor. Ama unutulması gereken şeyler hiç bitmiyor. Sürekli, sürekli oluşuyor.
  Şu anda evdeyim. Babamın yanına her gittiğimde olduğu gibi hissediyorum. Sanki bir kitap okuyormuşum da okumayı bırakmışım gibi. Nedense beraber yaptığımız her şey kendi hayatımın değil de aslında ben olmayan ama bana benzeyen birinin hayatının bir parçasıymış gibi. Üvey babam, ben ve annem bir şeyler yaptığında da bu kadar yoğun olmasa da buna benzer hissediyorum. Ama aslında gerçek ‘Ben’ hangisiyim bilemiyorum, bu da beni öfkelendiriyor.

Read More




Çarşamba, Mart 28

Hah! Ben Sevimliyim!


1. Thank the person you gave the blog award and make a link her blog.
(Blogundan ödül aldığın kişiye teşekkür et onu linkle göster)
Blog yazmaya ilk başladığımda takip ettiğim belli başlı birkaç kişi vardı ama içlerinden birinin yazılarına bayılıyordum. Bütün yazılarını baştan sona(aslında sondan başa) merakla ve zevkle, bölenlere çığlık atarak okuduğum. Bir müddettir yazılarını göremiyordum ve bu yüzden çok mutsuzdum. Ama o artık geri döndü ve bana bir ödül verdi. Teşekkürler Ekimoza!
2. What is your favorite make up product?
(En favori makyaj malzemen?)
Kendime güvenebileceğim bir şey varsa o da cildimdir. Hayatım boyunca hiçbir zaman cildim için endişelenmem  gerekmedi, bir tek güneş kremi kullanmam şarttır (kışın bile), çünkü benim küçük, güzel çillerim var :D şu tüm yüzü kaplayanlardan değil elmacık kemikleri üzerinden başlayan ince bir şerit halinde :D
Ama en favori makyaj malzemem kahve, kırmızı tonlarındaki rujlardır. Hem renkleri çillerimle ve saçlarımla uyumlu hem de benim kendi dudaklarım çok soluk…
Sonra rimelleri de seviyorum, şu gözlerinizi örümcek ağı gibi yapmayanları  :D Aslında düşündüm de çoğu makyaj malzemesini seviyorum sadece kullanmıyorum, çok uğraş istiyor:D
3. What was the favorite trend of 2011?
(2011'in en sevdiğin trendi?)
‘O ne ya!’ diyerek geçiyorum bu soruyu.
4. What is your favorite desert?
 (En sevdiğin tatlı?)
Favori mi! İçinde çikolata ya da vişne (mümkünse ikisini birden) barındıran tüm tatlılar favorimdir, hiç birini dışlamam!
5. What is your favorite color?
 (Favori rengin?)
Bu favori işi beni yormaya başladı. Benim favorilerim yokmuş bunu anladım. Tüm renkleri severim. Zaten resim çizen birinin bir rengi diğerinden ayırması doğru olmaz. Kıyafette siyah, kırmızı, turuncu tonlarını, odamda yeşil, krem, kahve;  kalemlerde pembe, mor, mavi… Bu böyle gidiyor.
6. What is your name?
(İsmin?)
Cidden mi? Cadee…
7. What is the last song you listened to?
(En son dinlediğin şarkı?)
My Kinda Girl
8. Cats or dogs?
(Kedi mi köpek mi?)
Kediler. Özelliklede hırkanızın içinize sığdırabileceğiniz yavrular… Keşke hiç büyümeseler:)
9. Tell something you've never told your blog?
(Daha önce blogunda söylemediğin bi'şey söyle)
Bazı geceler kendi kurduğum hayallere (hayali karakterler çevresinde gerçekleşen) duygulanıp, ağlamaya başlıyorum. Çok garip olduğunu biliyorum ama kalbimin derinliklerinde hissedebiliyorum. Hem içimdekileri bu sayede attığımdan biri beni üzecek bir şey yaptığında göz yaşlarına boğulmak yerine ona ‘Cehenneme kadar yolun var!’ diyebiliyorum.
10. Pass this blog award to blogs which thing they deserve.
(Başka bloglara da bu ödülden ver)
Bana en zor gelen kısımlardan biri de bu işte.  Lavinya’ya, Bir Megolaman Kız’a, Seymsomething’e , Zombi’ye ve mimlenmeyi pek sevmediğini bildiğim halde Googhan’a ödül veriyorum.  Şey sizi çok ‘sevimli’ buluyorum. 
Read More




Çarşamba, Mart 21

Şehriyeden Aşk

(Bir ödev yazısı daha... Öğretmenim bayıldığı için daha nazik olmaya çalıştım.. Ama ruhani olarak çöküntüde olduğum bir gün yazdığım için çok berbat olmuştu ve bir sürü hata vardı, bunlardan dolayı şimdiden özür diliyorum çünkü tam bir kontrol yapamadım... Ne düşündüğünüzü söyleyin!)

   Aşk Zamanı, izleyene kadar hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığım bir filmdi. O kadar ki, arkadaşlarımdan biri Türkçe mi izleyelim dediğinde cevabım “İngilizce izleyelim, orijinal dilinde olsun” olmuştu. Filmin orijinal dilinin İngilizce olduğunu düşünme sebebimi, halkımız olarak daha çok Amerikan veya İngiliz yapımı filmleri izleme ve beğenme alışkanlığından geldiğini düşünüyorum. Ama kendimi böyle bir hataya düştüğüm için, başka bir ülkenin yapımı olabileceğini düşünmemediğim için herkesten önce eleştiriyorum.
   Yaptığım hatadan dolayı film hakkında seyrettikten sonra birazcık araştırma yaptım.  Aşk Zamanı, İngilizce adıyla In The Mood For Love, orijinal adıylaysa  Fa Yeung Nin Wa, 2000 yılı, Hong Kong yapımı, yönetmenliğini  Kar Wai Wong’un yaptığı dram romantik türünde çarpık evlilik ilişkileri üzerine kurulu 100 dakikalık bir film.
  Filmde imgeler inanılmaz güzellikte kullanılmış ama anlayabilmek için oldukça dikkatli olmak ve filmi bir anlığına dahi olsa kaçırmamak gerekiyor. Ben imgeleri anlamakta zorlanan insanlarım, bu yüzden bazı arkadaşlarımın açıklamalarının çok yardımcı olduğunu itiraf etmem gerek. Ama görselliğini anlayabildiğim için mutluyum. Kadının fizikselliğini öne çıkartan bir çekim yapılmış, hatta çoğu zaman yüzüne odaklanmak yerine vücuduna odaklanıyor, oldukça düzgün ve çekici bir vücudu olduğu ve bunu zarafetle sergilediği içinse bu durum ilgi çekici oluyor. Kadının aynı kıyafetleri tekrar giyiyor oluşu, arada yüzüğü taktığı parmağını değiştiriyor oluşu ise günlük hayatta hep yapılan şeyler olduğu için doğallığını arttırıyor.
  Ben şu ‘aç karna aşk olmaz’ inanışına sahip insanlardanım, bu filmde görüşümü kanıtlıyor. Onlar için şehriyesiz aşk olmaz, ne yazık ki bu ‘şehriye’ dedikleri şey daha çok makarnaya benziyor, çeviri hatası olduğunu ummaktan başka bir şey gelmiyor elimden.  Susam şurubunun ne olduğunu bilmesem hatta hayal dahi edemesem de yağmurda ıslanıp hastalanan erkek çok memnun görünüyor ki bu hoş ve klasik bir romantizm bence.  Filmin yarısından çoğunda yemek yiyor oluşları bazen can sıkıcı olsa da yemeğin küçümsenmemesi gerektiğini dünyaya duyurur biçimde.
  Filmin müziklerine hayran kaldım, aynı müziğin birkaç kez tekrarlanıyor oluşu, bize onları biraz daha dinleme şansı veriyor. Özellikle filmin ilk yarısında dinlediğimiz, şu heyecan verici müziğe bayıldım, her çaldığında hastalık verici derecede bir inançla hiç gelmeyecek ‘aksiyonlu’ bir olayı beklemiş olsam da.
  Filmin birbirinden oldukça kopuk sahnelerden oluşuyor oluşu ve karakterlerin sadece beş saniyelik bir bölüm boyunca gülüyor oluşu beni yorsa da eğlendiğim bazı yerler oldu. Özellikle Bay Chaw’un Bayan Chan’e ‘eve gidince 3 kez çaldır’ deyişine hayran kaldım, biz gençlerin hayatının en klasik cümlelerinden biriydi bu, şu sms kampanyaları alıp başını yürümeden.  Ayrıca ayrılık sahnelerini prova ettiklerini anladığımda da çok gülmüştüm. Tam birbirinden ayrılacakları için üzülüyordum i birden kahkaha atmaya  başladım. Duygusal bir sahne olduğunun bilincindeyim, kadın hüngür hüngür ağlarken kendimi birazcık olsa kötü hissetmem gerektiğinin de, ama bu ‘prova’ olayı o kadar hoşuma gidiyor ki kendime engel olamıyorum.
  Kocasının kadının doğum gününü radyodan kutlayışı o zamanki dönemi yansıtan ilginç bir olay, siyah şemsiyenin zor bulunan bir şeymiş gibi, görüldüğünde sahibinin anlaşılabilir olmasıysa bir kusur gibi geliyor bana. Ayrıca kadının patronunun kullandığı kravatın, bir sonraki sahnede Bay Chaw tarafından kullanılıyor oluşu ve ofisteki fincanların restoranda da var oluşu film için maddi kısıtlamaların olduğunu düşünmeme neden oldu.
  Aradan 3 yıl geçtikten sonra kadının eski evini kiralayışı çok tatlıydı, keşke sözde ‘oğlu’ üç yaşından bu kadar büyük olmasaydı.
  Ağaç kabuğuna sır söyleme fikrini sevmiştim ama adam sırrını betona söylemeyi tercih edince bir an şoka girdim, hatta öyleki film bitene kadar çıkamadım ve ekranda yazılar belirmeye başladığındaysa saf saf ‘Bitti mi ki!’ diye bağırdım. Ve evet bitmişti. Sonradan öğrendim ki o betondan çiçek açmış, keşke onu kaçırmasaydım, kulağa oldukça hoş geliyor. Filmi çok beğendim ya da hiç beğenmedim demeyeceğim ama hafızamda yer edindiğini söyleyebilirim, uzun bir süre unutabileceğimi sanmıyorum.





Read More




Pazartesi, Mart 5

Bir Vampir Masalı

 (Açıkçası bu benim ödev yazım. Ama çok zevk alarak yazdığım için herkesle paylaşmak istedim. Not: Ben.Vampirleri.Seviyorum. Yine de 'birazcık' eleştiri yapmış olabilirim... Çünkü ödevin mantığı buydu :D)



  Günümüzde bir vampir modası aldı başını yürümekte.  Ama bu vampirler bizim bildiğimiz kanlı, ürkütücü vampirler değiller. Bunlar iyi niyetli, barışçıl ya da en kötüsünden sevebilen vampirler…  Hatta kitaplar göz önüne alınırsa aşklarıyla, sevebilme kabiliyetleriyle ve öfkeleriyle bizden daha çok insani özellik taşıyorlar.  Öyle ilginç yetenekleri var ki Dracula’nın yarasaya dönüşüyor olması solda sıfır kalıyor. Birkaç örnekle bu vampir modasını açıklamaya çalışacağım.
  Hepiniz Alacakaranlık serisini daha doğrusu efsanesini duymuşsunuzdur. Edward’la Bella’nın ölümsüz aşkı. Ama benim ilgimi çeken bu değil. Benim ilgimi çeken Stephanie Meyer’in vampirleri. Bu vampirlerin güneş ışığında hiç görünmemelerinin sebebi yanıp küle dönüşecek olmaları değil, hayır efendim, bunun sebebi parlıyor olmaları! Bunlar güneş ışığında parlayan, elleriyle kaya parçalayan, zevk için aslanlarla güreşen ve zarafetle geyiklerin boynunu koparan kehribar gözlü, nazik vampirler. Tabi işin içine bir damla kan girince tüm nezaket silinip gidiyor. Bir damla kanı görünce daha doğrusu koklayınca kendinden geçen vampirlerin en az beş yüz liseli kızın bulunduğu bir ortamda kimseyi öldürmemeleriyse bir mucize. Ah, unutmadan, bu vampirler insanlardan çocukta yapabiliyorlar, kim iddia ediyorsa ölü bir vücudun içinde yaşadıklarını, yanılıyor.
  Bir zamanlar Alacakaranlık serisinin Lisa Jane Smith’in yazdığı Vampir Günlükleri adlı kitaba ‘dikkat çekici ölçüde benzer’ yazıldığı dedikoduları dolaşıyordu. Bu kitabı okuduğumdan gerçekten benzer yanları olduğunu kabul ediyorum. Ama birkaç parçası ne kadar benzer olursa olsun birbirinden tamamen zıt uçtaki kitaplar. Bella ne kadar silik bir kızsa, Elena’da o kadar popüler. Çevresine ışık saçan bir kız ve tüm romantik hikayelerde olduğu gibi bir aşk üçgenin ortasında. Ne yazık ki bu aşk ilişkisinde üçüncü kişi bir yabancı değil, esas oğlanın erkek kardeşi. Aslında kardeşlerden ikisi de esas oğlan diyebiliriz.
Vampir günlükleri gerçekte 1994 yılında yazılmış bir seri. Ama bu seri ‘vampir akımı’ tamamen oluşmaya başlayıncaya kadar pek ortaya çıkmıyor. Daha sonraysa bu serinin dizisi çekiliyor. Vampir Günlükleri, şu anda üçüncü sezonu yayınlanan, Amerika’nın en popüler dizilerinden biri. Bunun sebebi ise senaryonun ve oyuncuların kalitesi. Bir diziyi  hem güzel kızlarla hem de yakışıklı erkeklerle doldurup, ortaya birazda macera ekledikten sonra ‘seyircinin ilgisini çekememe’ gibi bir durum söz konusu dahi olamaz.
Ama ne yazık ki kitap aynı yeteneğe sahip değil. Bunun en önemli nedenlerinden biri ana karakterin karakterden çok tipe benziyor oluşu. Güzel, zeki ve insanı yoracak derecede iyi kalpli. Asla öfkelenmez, asla sinirlenmez, hep affedici… Açıkçası üçüncü kitapta söz konusu karakterin meleğe dönüşüp kanatlanması beni birazcık bile şaşırtmadı.
  Söz konusu seri, dizinin çekilip, ünlü olmasından sonra devam ettirildi ve esas facia burada başlıyor. Smith’in doksanlı yıllarda yazdığı son kitap hafif bir bitirişe sahip. Devam ettirilebilir. Ama küçük bir aksaklık var ki insanın aklını başından alıyor. Yazılan son kitapta, öğrenciler liseden mezun oluyor ve balo yapıyorlar. Ama bu balo 1996 yılı mezuniyet balosu ve bu çocuklar 1996 mezunları. Ve bu arada ana karakter sürekli eski bir defter olan günlüğüne notlar alıyor. Diğer kitapta ise neler oluyor şöyle özetleyeyim.
Bizim kızın günlüğü bilgisayar günlüğü. Bu daha geçen sene 96 mezunu olan çocuklar kasabaları işgal altındayken cep telefonundan internete bağlanıyorlar.  Esas oğlanlardan birinin siyah bir Ferrari’si olduğunu da unutmamak gerek.  Aa şu işe bakın yılda 2008 oluverdi.
Eh işte, iki kitap arasında böyle bir fark yaşanınca insanın okuma hevesi de kaçıyor.  


  Masal dediğiniz şeyin, çocuklara yatmadan önce anlatılan, iyilik ve kötülük dersi veren ama güzel hayaller barındıran bir hikaye türü olduğunu herkes bilir. Ama gelin görün ki Vampir Akademisi serisinin ikinci kitabının üzerince kocaman harflerle ‘Bir Dampir Kış Masalı’ yazıyor. Her sayfada birinin öldüğü, yaralandığı ya da ‘ısırıldığı’, en sıkıcı kısmı vampirin bağışçısından kan içtiği yer olan bir kitabı masal olarak değerlendirmek ne kadar garip olsa da yayınevi böyle bir şey yazmayı uygun görmüş, bize söz düşmez.
Ah bir de bu yeni vampirlerin teknolojiyle bu kadar iç içe olması ürkütücü..
Vampir sevgilisi olan insan kıza mesaj atar.
  “Tatlım karnım acıktı..” Şimdi eğer kız bu kan verme işleminden hoşlanıyorsa(!) sevgilisine ‘Buraya uğrayıp bir ısırık almaya ne dersin?’ diye cevap atacaktır. Ama eğer kız bu işlemden hoşlanmıyorsa büyük olasılıkla bir baykuşa dönüşebilen sevgilisini baş düşmanını yemeye gönderecektir. İnanmıyorum demeyin, okudum.
Tabi öldüren ya da gündüzlerini mezarlıkta, toprağın altında geçiren vampirlerde var. Şahsen ben üzerinde gömlekle toprağın altına girmenin tabutta uyumaktan daha ürkütücü olduğunu düşünsem de  Charlaine Harris’in yarattığı, bu, insanların vampirlerden haberdar oldukları, vampirlerin sentetik kan içtikleri ve telapati gibi yeteneklerin, hatta şekil-değiştirenlerin yanı sıra perilerinde olduğu bu  dünyayı oldukça ilginç buluyorum. Kitabın diziye çevrilen şekli Vampir günlükleri gibi kitapla alakasız olup, cinselliği sürekli öne çıkarmakta. Ama yazarın yaratıcılığını ve anlatışındaki akıcılık ve ironiyi tebrik etmek gerek.


  Kısacası artık vampirler vampir değil, periler peri değil, düşmüş meleklerle ilgili olan kitaplardan bahsetmeye gerek bile yok. Yine de bu yeni akım kendi içerisinde gelişmekte ve belirli kişilere ulaşmakta. Biz vampire yeni yeni alışırken onlar dampirlere, moroi’lere geçiş yaptılar bile. Yine de vampir-insan aşkı konusuna bağlı kalıpta bu kadar az birbirine benzeyen eserin çıkarılması bir mucize. Her seferinde  başka bir dünyaya adım atıyor insan ama özet olarak artık vampirler iyi adamlar, insanlığa bizden daha bağımlılar, aynı şeyi insanlar içinde söyleyebilmeyi dilerdim.
Read More




Cumartesi, Şubat 25

Boş-Ver!

 Çoğu zaman hayatı akışına bırakırız. Her şey kontrol etmek yerine, onları izlemeyi tercih ederiz.Bu bazen bir dakika sürer, bazense yılları alır. Ama sonuç hep aynıdır. Kendimizi bir anda buluruz. Başımıza gelen basit bir olay ya da hayatımızı etkileyen başlangıçlar... Nasıl olursa olsun bir bakarız ki, artık yaşadığımız bu hayat bizim hayatımız değildir. Sanki, televizyon seyrediyormuş gibi hayatımız başkaları tarafından yaşanırken, biz durup seyretmekteyiz.
 Boş verişler başlangıçta hep tatlıdır. Çikolata gibi mutluluk verirler. insan nasıl sadece çikolata yiyerek yaşayamazsa; hayatını sadece boşverişlerle geçirerek de harcayamaz. Çikolataya o inanılmaz tadı veren şey, nasıl ona özlem duymaksa; boşverişler içinde aynı şey geçerlidir.
 Neden yaptığımı bilmiyorum, sadece karşı koyamıyorum. O kadar sakin geliyor ki hayat. Peki yaşıyor muyum? Bir anda dengemi alt üst eden bir şey olana kadar evet. peki ya sonra? Duruyorum, dönüyorum  ve bakıyorum gerçekten yaşadım mı? Yaşıyor muyum?
 Kitaplarda okumuş, filmlerde muhakkak seyretmişsinizdir. klasik bir senaryo vardır sürekli karşımıza çıkan. Yaptığı her şeye dikkat eden, hayatı kontrol etmeye çalışan kız; ve ona her şeyi kafayı taktığını söyleyen çocuk. Bu ikisi birbirlerine aşık olurlar. Kız daha gevşek olmayı öğrenirken, erkek daha ciddi olmayı öğrenir hayatın karşısında. Ne zaman bunu görsem, gerçekten böyle mi acaba derim. Karşımıza o kadar çok yerde çıkan bir şeyin yanlış olduğuna inanmak zor, zaten yanlıştır da demiyorum. Ama nedense ne zaman bu senaryoyu görsem kendime dönüp soruyorum. "Her şeyi kafama çok mu takıyorum"diye. Sonra işte o bahsettiğim boşverme dönemine giriyorum. Aradan zaman geçiyor, bu seferde her şeyi boş veren halimden mutsuz oluyorum. sanki hayat yeterince değerli değilmiş gibi. Sanki kaçıp giden dakikalarımı geri getirebilirmişim gibi. Her gün, her dakika, her saniye ömrümden biraz daha alırken, oturup seyretmek bana verilen bu şansa haksızlık etmek değil de ne? Bir kez daha gülebilecekken, bir kez daha birine sarılabilcekken, bir kez daha beynimde düşünmenin ve çalışmanın yorgunluğunu hissedebilecekken, bir kez daha mutlu olabilecekken, bir kez daha gözlerimi umutla açabilecekken, neden yapmayım? Gerekirse acıyı, üzüntüyü, mutsuzluğu hissedip; sadece bir şeyler hissettiğim için mutlu olmamayayım? İnsanlar bana bakmalı ve asla bir şeyleri kaçırmadığımı görmeliler, hiç bir duygunun boş gördüğümüz hayaller gibi kayıp gitmesine izin vermediğimi.  Birbirlerine gizlice işaret ederek beni göstermeliler, belki eleştirerek, küçümseyerek ya da içtenlikle gülümseyerek. 'İşte o! Sürekli bir şeyler hisseden kız!'   
Read More




Cuma, Şubat 24

Mim, Mim, Mim!!


Bir Megolaman Kız beni mimlemiş(çok teşekkürler tatlım!). Bu benim ilk mimlenişim(böyle bir kelime var mı?). İlk tepkimin ‘mim ne ki’ olmasını beklerdim ama daha önce  arkadaşımdan duyduğumdan o şoku yaşamadım. Ha hafiften salak hissetmedim değil, eh bilmediği şeyler insanı ürkütür…
Aman neyse, hadi şu sorulara gelelim…
Bu arada mimin konusu: En Sevilenler’miş, haberiniz olsun.
1-      En sevdiğin şeyler nelerdir, nelerden hoşlanırsın?

Şimdi bu soruya basıl cevap veriyim ben..  O kadar geniş ve sevgi dolu bir kalbim  var ki hoşlanmadıklarımı sıralamak daha kolay olurdu; o zaman okuldaki ruh hastası Fizikçiden; dershanede ben zemin hazırlaman espri yapamayan salak Mat-1’ciden; okulda ders işlerken kendinden geçip, toparlanamayan, eğitim vermekten aciz hocalardan(okulun yarısı?); bir kıza çıkma teklifi ederken, daha resmen tanışmadan ‘Seni seviyorum’ diyen erkeklerden; söz konusu erkeği reddettikten sonra, çocuk ona ters bir bakış attığında omzuma ağlamaya gelen kızlardan (ne yazık ki bu tiplerden korkulacak derecede çok var); yine ‘seni çok seviyorum’ bahanesini kullanarak sürekli benden bir şey isteyen insanlardan ( bir kere kullanılmasında sakınca yoktur)…
Aslında düşündüm de sevdiğim şeyleri sıralamak daha kolay olacak :D kesinlikle kitaplar… Hayatımın anlamı onlar falan demeyeceğim ama ona yakın bir yerdeler işte.. Sonra bilgisayarım, içinde acayip güzel bir e-books klosürüde barındırdığı için kalbimde ayrı bir yeri var;  yeni aldığım kırmızı(muhteşem) pantolonum; annemden çaldığım kahverengimsi (doğal ve sexy :D) ruj; yine annemden çaldığım, eniştemin yurtdışından getirdiği, kokusunu tam olarak çözemediğim parfümüm (Bu arada annemde benim çikolatalarımdan otlanmıştı, babam onları bizden saklayana dek.. Benden Alman çikolatası sakladı, işte bu yüzden babamla aramız hiç düzelmedi L); odamın duvarlarına yapıştıdığım garip resimler ve kendi çizdiğim, çerçeveletilmiş, insanların satın aldığımı sandığı topuklu ayakkabı resimlerim….

2-      Bilgisayarda vaktini neler yaparak geçirirsin?

Dizi izleyerek, kitap okuyarak, annemin bana facabook’tan attığı garip mesajlara cevap yazarak…

3-      En sevdiğiniz filmler nelerdir ya da kesinlikle izleyin dedikleriniz?

Ben gerçek bir Karayip Korsanları hayranıyımdır, herkesin izlemiş olması gerektiğine inanırım. Jack Sporrow’u tanımayan biriyle arkadaşlığım sağlam temellere dayanamaz…  Tabi Harry Potter’ı söylemeye gerek bile yok; seyretmediyseniz yazıklar olsun size. Tabi yaptığım yanlış, herkesin kendi zevki var ama Harry Potter ya! Diğerleri öyle çok mühim değil benim kalbimde. Ama Sherlock Holmes’un da yeni gözdelerimden olduğunu itiraf etmeliyim.

4-      Şu sıralar almak istediğiniz şeylerin listesini yapsanız bunlar neler olurdu?

Uzun uzadıya liste yapmak yerine limitsiz bir kredi kartı alsam ben?

5-      Şu sıralar en çok dinlediğiniz şarkı? 3 tane

Ben şu müzikle arası iyi olmayan insanlardanım, bunun sebebi de büyük ihtimalle küçük yaşta müzik kulağım olmadığı için çok ezilmiş olmamdan kaynaklanıyor. Neyse, bu aralar tek bir favorim var o da ‘hunger games parody’ . Gerçek bir şarkı sayılıp sayılmadığını bile bilmiyorum ama çok eğlenceli :D Eğer Açlık Oyunları seviyorsanız bir deneyin derim.

Ben de Googhan’ı, Rockunzel’i , Lavinya’yı ve Zombi’yi mimlemek istiyorum…  Sizi çook seviyorum :D 
Read More




Perşembe, Şubat 2

Sevgililer Günü 'Katliamı'

Bazılarınız ‘oha, kızım bu ne acele? Sevgililer gününe daha çok var’ dediğini duyar gibiyim.  Elimde değil napıyım, tüm arkadaşlarım alacakları hediyeleri, romantik konuşmaları hayal ederken kafayı yiyecek gibi oluyorum. Dün bir arkadaşımla dershaneden çıktık, beraber Kızılay’da takılıyoruz, ben ona dershane kestiğim çocuğu anlatıyorum falan. Kız birden ‘Çoookkkkk tttaaatttllıııı ooo çççooocccuukkk’ moduna girince az daha dünyam dönüyordu, tam kıza ağzının payını verecekken kız hemen atıldı. ‘Aman, sakın yanlış anlama, benim başım bağlı.’ Gözlerim otomatik olarak kızın saçlarına takıldı, bön bön bakıyorum, salak olduğumdan falan değil ama ilk kez bu tabiri ‘bir arkadaşımın’ kullandığını duydum açıkçası. Zaten oldum olası anlamamışımdır bu tabiri. Ne saçma şey öyle. Başın bağlı ne ya? Hiçbir mantıklı benzetme yapamıyorum, sevgilinin olmasıyla insanın başının bağlı olması arasında. Gözlerimi kapatıyorum ama hiç hoş şeyler canlanmıyor. İşte şaşırdım kızın sevgilisi olmasına, birazcık sade bir tip yani, çocuk gelse kafasını çevirecek gibi duruyor, ses tonu asla değişmiyor, iyi kız da işte renkli değil. Ama yapmış kendisine bir tane sevgili ne diyim. Ben tabi her iyi arkadaşın yapacağı gibi detayları sormaya başladım. ‘Kimbuçocuk? Adıne? Nerdetanıştınız?...’ Ben gidiyorum böyle, sonunda kız susturdu beni-sonunda-başladı anlatmaya. Kız daha çok olmadı derken bizde Karanfil girişinden metroya giriyoruz, bu böle yavaş yavaş, çatlata çatlata anlatıyor, tam yürüyen merdivenin sonuna geldik kız demez mi İşte önümüzdeki ay 21. ayımız olacak’ diye.
  İşte o an benim, gerçekten salak bir şekilde, gözleri iri iri açılarak kıza baktığım ve merdivenlerin orada küçük bir kazaya maruz kaldığım andır. Dünyanın en sakar insanlarından biri olarak rezilliğe alışkın olduğumdan yüzüm dahi kızarmadan yürümeye devam ettim. Arkadaşım yanımda geliyor. ‘Şaşırdın mı? Bana öyle bir bakışın vardı ki!’ Şaşırdım evet. Ama zannetmeyin ki sürenin uzunluğundan. Hayır, şaşırdım çünkü kız; ayları, haftaları sayıyor. Kendimi hayal ettim bir an. Ben biriyle birkaç saat çıkmayı başarırsam mucize, bir de oturup kaydını mı tutucam? Sonra kendinden tiksinme evresi geldi.  Bu evre Acaba ona hak ettiği ilgiyi veremez miyim? Yeterince sevemez miyim?  şeklinde başlarken  Ben romantik değilim işte! şeklinde bitti. Sonra bu konuda bir şeyler yapılıp yapılamayacağını düşünmeye başlıyorum. Çiftleri görünce duygu yüklü hissetmeye çalışıyorum. Ama tabi ki işe yaramıyor. Tek düşünebildiğim Bu soğukta salak mı bunlar? Sıcak bir yerlere gitseler ya oluyor. Hemen sonra Güvenpark’ta çiçek satan adamlara gözüm takılıyor. Koşa koşa bir tanesinin önüne gidiyorum. İçinden benim beyin hücrelerimin sayısı hakkında ciddi birkaç yorumda bulunan adam dışından beni görmemezlikten gelmekle yetiniyor. Gözlerimi sahte güllere dikiyorum ve bir şeyler hissetmeye çalışıyorum.   Hayır yok. Çiçekler sanki bana bakıyorlar, kendilerini göstermeye çalışıyorlar. Ama ben sadece ne kadar çirkin, sahte ve ürpertici olduklarına odaklanmış durumdayım.
  Bir müddet sonra kendime geliyorum, çünkü arkadaşım bildiğin ‘Ben bu kızı tanımıyorum’ durumlarına girmiş. O Güvenpark’ta dolmuşuna binerken ben yürümeye devam ediyorum ama hala aklım romantik bir şey bulma çabasında. Ama başarısız oluyorum. Sonra diyorum ki kendime Aha, ne güzel. Her yer karlarla kaplı, bembeyaz. Daha romantik bir şey olabilir mi?  Sonra iç sesiminde  içindeki ses yüzeye çıkıyor, çığlık atıyor resmen. Gerizekalı, neresi güzel bu havanın? Bir yerlerim dondu senin yüzünden, yürü git evine, kendine de eziyet etme bana da. Romantik değilsin işte sen, hem olcan da ne olcak, sanki sana gül alacak biri varda sen beğenmiyon. Memlekette beyinsiz mi kalmadı da seninle yaşamımı sürdürüyorum ben ya! Acele et kızım, acele. Manyak manyak hareket etme…

  Tabi ben sonunda bu baya içteki sesimi dinlemeye karar veriyorum ve evin yolunu tutuyorum. Her yerde karşıma sarmaş dolaş bir insan çıkıyor. Yüzlerinde mutlu ifadeler. Sinirlerim iyice bozuluyor. Sonra tarihe bakıyorum, sevgililer günü yaklaşıyor.  Ne mutlu sana! diyor iç sesim. Daha içteki de Bu salak bu sevgililer günü gene yalnız diyor. İç-iç sesimden nefret ettiğime karar kılıyorum ve yürümeye devam ediyorum. Daha sonra sevgililer gününden de nefret ettiğimi fark ediyorum, soğukta elimi tutan birinin olmamasında da, benimle gülecek birinin olmamasında da… Sonra İçim kıskançlıkla doluyor ve iç-iç sesim sinir bozucu bir şarkı mırıldanmaya başlıyor. Sanki orada bir yerlerde, yanında bir sevgilisi varmış gibi davranıyor. Bana sevgililer gününde ne yapacaklarını detayla anlatmaya başlıyor, bende onu o gün, anlattığı tüm şeyler olurken katlettiğimi hayal ediyorum. Beni bir müddet rahatlatıyor bu hayal ama hemen sonra iç-iç sesim bana eziyet etmeyi yine başarıyor ve ben mutsuz bir şekilde eve gidiyorum.
Read More




Pazartesi, Ocak 30

Babacık Seni Seviyorum Diyor Ama Hiç İnanasım Gelmiyor!

  Babam evinde bana oda yaptırmaya karar verdi, aslında bu bahanelerden biri. Asıl amacı evi baştan aşağı şöyle bir düzenlemek. İşte Kasım ayında başladı bu ev işlerine, o zamandan beri de yüzünü gören cennetlik. Çok özledik birbirimizi falan derken cumartesi günü aldı beni.
  Babamın bir arkadaşı var, daha doğrusu o öyle diyor ama ben bu kadın neyin nesi çözemiyorum. Eski aile dostları derler ya öyle bir şey. Annem nefret eder o kadından, adını tesadüfen duyduğunda dahi delirecek gibi olur. ‘O kadın yüzünden boşandık biz’ der. Aslında babam da kabul ediyor bunu. Ama daha farklı bir bakış açısıyla. Onun dediğine göre annemle babam bu kadınla kocasının yaşam tarzına uyum sağlamaya çalışmışlar ama bunu başaramamışlar, abimde ölünce hayatları altüst olmuş vs. Hayır, madem boşanmanızın sebebi abimin ölmüş olması o zaman benim ne işim var burada dimi? Hani, küçük olsam şu leylek hikayesine bağlıycam olayı ama yemiyor işte.(Not: Abim ben doğmadan bir önceki yıl ölmüş.)
  Her neyse, işte bu kadın ben ona Cadı demek istiyorum, bir şekilde ailemin boşanmasında rol oynamış ve şimdide babamın en iyi arkadaşı(!). Çocukluğum boyunca babam beni bu kadının yanına zorla götürüp durmuştur, büyüyünce istemiyorum dedim bırakır gibi oldu ama asla hayatımdan çıkartamadım. Baktım bu yüzden babamla aram kötü oluyor, kafaya takma dedim, koca koca adamlar sana ne. Ah işte hayatımın hatasını yaptığımı nerden bileyim, artık her buluşmamızda bu kadın yanımızda. İma mı etmedim, açık açık söylemedim mi, hepsini yaptım. Sonunda yine uzak tutmaya başladı benden. Ta ki bu cumartesiye kadar. Güzel güzel sarıldım babama, tam arabaya binicem bir baktım bu Cadı oturuyor ön tarafta, güzel güzel sarayına kurulur gibi. Bende geçtim arka tarafa, orada da yeni halılar var, zar zor sığdım zaten, saydırıyorum içimden.  Ama çaktırır mıyım, çaktırsam babamla aram açılacak. Annem, annemin ailesi hep derki babanla kavga et, yine de konuşma onunla.  İyi de bu plan madem bu kadar iyiydi, 17 yıl önce neden annem bu işi beceremedi? Hem elli yaşına gelmiş adama oturupta ahlak dersimi veriyim, belli ki kadına çok önem veriyor, karısını çocuğunu bu uğurda bıraktığına göre. Kimse kusura bakmasın ben babamı hak etmese de kaybetmeyi göze alamıyorum.
  Gittik eve, kadınla sohbet falan da ediyorum bakma ama içimden ana avrat... Biliyorum, biliyorum bana hiç yakışmıyor ama elimde değil işte. Eve geldik, görün bir evi, harabe. Her yer dağınık, boya kokusu var. Cadı başladı orayı burayı düzenlemeye, babam ‘ben açım’ diyo. Başladı bunlar kavga etmeye. Beni bir görün zevkten dört köşe ama çaktırır mıyım hiç. Üzülüyor numarası yapıyorum bir güzel. Babam dedi ki git şunu( tamam, o aslında Cadı teyzeni dedi) çağır. Gittim kadının yanına, baktım babamda duyabilecek mesafede , takındım şöyle afillisinden duygusal bir ton.
Ben:  Beni üzüyorsunuz ama. Şimdi biner giderim otobüse. Uğraşamam sizinle.
O: Olur mu öyle şey. Ben seni üzmek ister miyim? Ben giderim şimdi.  (Ve evet, istediğim etkiyi yaratıyorum.)
Ben: Ne gerek var şimdi? Binip gidiyorum, sizin kavganızın arasında kalmak fala istemiyorum. (En ağdalı ses tonumla)
O: Yok canım olur mu öyle şey? Senin evin burası. (Tam benim varmak istediğim noktaya ulaştın sonunda :D)
Ben tabi gülümsememi saklamaya çalışırken ne olsa beğenirsiniz. Kadın ağlamaya başladı karşımda. Ne yapacağımı şaşırdım, sanki kendim ağlatmışım gibi suçluluk duyuyorum bir de. Unuttum kim olduğunu karşımdakinin. Gittim yanına özürlüler gibi ‘Ağlama’ diyorum dinlemiyor. Dikti gözlerini bana, ne oldu bilmiyorum bir bakmışım kadın bana sarılıyor. Ama kollarını açan falan benim. Yemin ederim büyü yaptı o dakika da bana ya. Annem derdi insan değil o diye de inanmazdım işte, vallahi billahi cadı. Hayatım boyunca aynı havayı bile solumamak için, sıfır derece havada dışarda oturduğum kadın sarılıyor bana. Koştum tuvalete kusmaya, gerçekten hem de.
  Tabi bu da ayrı bir hata, ben çıkana kadar barışmış bunlar. Gözümü ayırmamam gerekirdi üstlerinden. Evin içini topladık, yemek yedik falan. Ama bakmayın, yerken bildiğim bütün duaları okudum bu yemeklere de büyü yapılmıştır diye. Odamı düzenledim. Odam falan dediğime bakmayın, sedirli oturma odası işte. Çocuk kandırır gibi ‘senin odan’ diyip duruyorlar bende yüzümde bir gülümseme içimde başka bir şey kafamı sallayıp duruyorum. Kuzenim, halam falan geldi, Cadı da gitti akşam üstü. Odama müzik çalar falan koyduk ama müzik çalar dediğime bakmayın. CD falan olayı değil bizimkisi plaktı, kasetti çalıyor. Kuzenim plakları sildi, ben bulaşıkları yıkadım. Ama Lanet ediyorum içimden. Her şeye karışıyor herkes, Bir dakika boş dursam herkes bir şeylerle uğraşıyor, yaptığın ayıp lafları. Neresi ayıp ya? Yılda bir uğradığım evin temizliğinden bana ne. Hem gelip dağıtan onlar, bir zahmet toplasınlar ama olur mu? Herkes gitti sonunda, babamla ben oturuyoruz. Elektriklerde kesildi, artık sohbet etmekten başka seçeneğimiz kalmadı. Halamları çekiştirdik biraz, hafiften dolduruşa getirdim babamı. Dolduruşa dediysem bakma, babam kendisi anlamıyor da kullanıldığını, ben anlatıverdim.
  Sonra eski günlerden konuşmaya başladık. Bana ne kadar Kötü günler geçirdiğini, benim yanıma gelemediğinden okulun bahçesinde uzaktan beni seyrettiğini falan anlatıyor. Bana bir geldiler. Dedim ki kim sana uzaktan seyret dedi, gelip yanımda dursaydın da yokluğunla üzmeseydin beni. Annem mi bir şey dedi sana, el mi? Kendin gelmemişsin işte.  Ben çocukken, o lanet mahallede bana eziyet ederken bir çıksaydın ortaya, görseydi millet seni de. Arada arabandan inmeye zahmet ettiğinde göstermeye çalışmasaydım insanlara seni, benim de babam var diye.
  Yok bu sefer başlattı bana kendi çektiği acıları anlatmaya. Ben tabi gittikçe daha doluyorum. Dedim ki sonra benim kendi acılarım bana yetiyor bir de seninkileri düşünüp kendimi üzemem. O bana diyor bende mutsuzdum diye. Ben durur muyum. Ne güzel, dedim. İkimizde mutsuzduk. Küçük bir fark dışında. Bunların hepsi senin kendi seçimlerin sonucu olurken hiç birinde benim söz hakkım yoktu. Elektrikler geldi o arada, gittim odaya bir plak taktım. Takıldım kendimce. Sonra geldi, bir şey olmamış gibi başka şeylerden falan konuştuk.
  Ertesi gün ayrı bir eziyet. Bu sefer Cadı oğluyla gelir, millet yaptığım temizliği beğenmez. Sıkılan beni azarlar. Babam bir ara sesini yükseltti de bana, diktim gözlerine gözlerimi, pis pis baktım. Sustu o gün, ama bugün yine. Başkasına kız bana bağır. Kimsin sen ya? Pazar akşamı da kaldım, o da kuzenim kalacak bizde diye. Zaten oldum olası babama hayır demekten korkmuşumdur. Ama bu akşamı bir zor ettim, bir zor. Sonunda gerçek evime döndüm ve çok mutluyum. Gittim üvey babama sarıldım, Bir huzur geldi be. Üvey babam tabi üzgün gittim diye, hafif soğuk davranıyor. Örnek konuşmaız:
O: Pis kokuyorsun.
Ben: (Gülerek) Valla, baba pis kızın var işte senin, idare et.
O: Kızım mı pis, gittiği yer mi?
Ben: Gittiği yer pis baba yoksa ben hep tertemizim :D
Onunla da başlarız yakında kavga etmeye ama en azından ondan korkmuyorum. Rahat rahat cevap verebiliyorum. Alıştım artık, bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor lafları.Çoğu zaman mutlu ediyor beni. Ama öz babamda böyle değil bu. Her şey dokunuyor, üzüyor beni.
Yani kısacası,
Üvey babam seni sevmiyorum diyor ona sarılasım geliyor,
Öz babam seni çok seviyorum diyor ama inanasım gelmiyor…
Read More




Salı, Ocak 24

Tek Kelime: Rezalet

 Bizim dershanede bir çocuk var. Ama yani öğrencilikte kendini harcıyor. Gidip manken falan olsun. O kadar mükemmel yüz hatları var ki. Saçları da sarı ama şu saman sarısı dediğimiz sarıdan ya da çakma sarışınların kullandığı sarılardan değil. Kendine has, güzel bir sarı. Sonra koyu renk gözleri ve gamzeleri var. Sol kulağında da bir küpesi.
Dershane başladığından beri düzenli olarak bu çocuğu kesiyorum. Ama aralıklarla. 31 Aralık'ta eve gitmeden arkadaşlarla bir şeyler yiyelim dedik. Bir kaç kişi arkadaşlarını aradı, bizde dershanenin çıkışında beklemeye başladık. Bu çocuk ve arkadaş gurubu da bekliyor orada, bende tabi yapacak işim yok, başladım onu izlemeye. daha önce hiç yüzüne dikkat etmemiştim ama o an bir hoş oldum. Yani ne diyim çocuğun dudaklarının kıvrımı bile aklımı başımdan aldı(!) Ben tabi artık çocuğu dikkatlice izliyorum ama aklımda başka şeyler var, o yüzden hiç düşünemiyorum. Bundan iki hafta önce cumartesi ben bu çocuğu dershanenin içinde takip etmeye başladım. Aslında çok zorda olmadı, çünkü her tenefüs aynı benim gibi aşağıya iniyordu. Arkadaşım var bir tane işte onla sürekli benim dikkatli bir şekilde onu izleyebileceğim yerlere gidip durduk.
 Pazar günü öğleden sonra dershaneye gittim. aşağıda bir kaç arkadaşımla karşılaştım beraber sınıfa çıkmaya başladık. ben önden gidiyor, arada arkama dönüp onlarla konuşuyordum, bir an önüme döndüm ve onu gördüm. Merdivenlerden iniyordu. Yavaşça yanımdan geçti. Kollarımızın arasında az bir mesafe vardı ama inanın ondan gelen sıcaklığı içimde hisseder gibi oldum. bir an nefes alamadığımı hissettim, sonra ağzım yavaşça açıldı.(Gerçekten!) Ama hani bir tane eylemsizlik yasası var ya şu harekete devam etmekle ilgili olan. Ben de işte beynime komut vermeyi geçici olarak bıraksam da vücudum hareket etmeye devam etti. o kadar garip hissetmiştim ki!
 Geçen hafta dershane tatildi, sınavlar yüzünden. Bende karneyi alınca anneannemlere gitmiştim, cumartesi gitmedim. pazar günü gittim ama Açlık oyunlarını aldığım için tenefüslerim in çoğunu kitabı okumaya çalışarak geçirdim. Sonra bir tenefüs arkadaşlarla dışarı çıktık, biri poğaça aldı, sonra hep beraber kırtasiyeye gittik. Dershanenin girişi buzla kaplıydı ondan biraz dikkatli yürüyorduk; yine aynı geçen sefer ki gibi arkadaşıma baktım sonra öne döndüm ve onu gördüm. Eylemsizlik yasası bir kez daha devreye girdi ama bu sefer bu çok kötü bir fikirdi. Onu görmemle ayağımın kayması bir oldu. Hayır, korkmayın düşmedim, tamamıyla ürkütücü bir şekilde kendimi zemine yapışmaktan kurtardım ama görüntü çok hoş değildi. Aslında hiç hoş değildi ve niyeyse bana baktığını hissetmiştim. Ama tabi bir kanıtım olmadığı için oradan ayrılmak istemiyordum. Arkadaşlarımdan biri çoktan gitmişti bile. Kapıdan girecekken diğerine 'Biraz dışarıda duralım mı?' dedim. Tabii neden dediğimi biliyordu ama hava çok soğuk dedi biz de içeri girdik. Ben ona söylenirken arkamda kaldı ve ben arkamı döndüğümde ne görsem beğenirsiniz? O ve arkadaşı. O arada öğrendim ki şu eylemsizlik yasası konuşmalarda işe yaramıyormuş. 'dang' diye sustum; Hızlıca ve hafifçe titreyerek(gerçekten) döndüm ve bir adım attım. Sonra da gülmeye başladım, hem de deliler gibi. Çığlık atmadığım için şanslıydım. Aslında uzaktan bakan biri arkadaşımın dediği bir şeye güldüğümü düşünebilirdi, tabi öyle pat diye arkamı dönmeseydim. Çocuk çok tatlı, çok güzel.. Ve şu 'çekim' dedikleri şeyi de hissettim ama nedense böyle şeyler benim tarafımdan bakıldığında genellikle tek taraflı oluyor. Bir de garip bir karakterim vardır. Yaşlılara, çocuklara karşı çok sıcakkanlıyımdır ama kendi yaşıtımdaki insanlara eğer arkadaşım değillerse çok soğuk davranırım. Özellikler erkeklere elimde değil. Arkadaşlarımın yanında rahatımdır ama arkadaşım olduktan sonra da onlara karşı bir şey hissetmem imkansızlaşıyor. Biliyorum bu çocukta da böyle olacak. Tanışamayacağım, bir müddet sonra bu tek taraflı ilişkiden sıkılacağım, sonunda bu konuyu kapatacağım. Aradan aylar geçecek sonra tanışsaydık farklı olur muydu diye düşüneceğim. Yani rezalet bir durum...
Read More




Açlık Oyunları

 Ben ön yargılı bir insanım. Bunun en büyük kanıtı da bu kitap. Açlık Oyunları. Arkadaşlarımın bana bu kitabı okutmayı kaç kere denediklerini bilseniz dudağınız uçuklar. Ama ben inatla reddettim. nedeni de kapağını beğenmemiş olmamdı. Hayatımda duyduğum en ucuz bahane ama gerçeğin ta kendisi. Kitabın kapağına baktım, baktım. Sonra bir de konusunu okuyayım dedim. Açıkçası konusu da ilk başta ilgimi çekmemişti. Bir gün nette gezinirken tesadüfen filminin fragmanını gördüm. Yani insanlar filmini yapacak kadar çok sevmişse ben kimdim ki okumayı reddediyordum. Arkadaşımdan kitabını istedim, bana cuma günü getirdi. Karne günü tabi hemen anneannemlere uzadım, bütün akşamı onunla geçirdim. Normalde, kitaba aldığım anda başlamak gibi bir huyum vardır ama bu sefer başlamadım, ön yargılarım yüzünden. Anneannemi ziyarete gelip giden bu aralar çok oluyor, aslında kendimi bildim bileli hiç misafirleri eksik olmamıştır ama artık baş sağlığına gelenler falan var. Sürekli dedemden bahsediyorlar, bana da gına geliyor tabi. Saklanabildiğim müddetçe saklanıyorum. Bir ara baktım herkes ağlama modunda kaçtım gittim dedemin odasına. Oda da buz gibi. Aldım elime kitabı başladım okumaya.
 Ben ne aptalmışım! Nasıl okumazmışım! Akşam bitirdim kitabı ama ölüyorum geri kalanını okumak için. Kitap alınacak bir yerde yok çevrede. Sabahı zor ettim inanın. Kalkar kalkmaz doğruca Kızılay'a gittim, diğer kitapları aldım. Sonrasında dershanem vardı ama o saatten sonra ders dinlemek neyime. Öldüm öldüm dirildim dershane bitene kadar. Hatta hasta bile oldum, midem bulandı başım döndü. Sonunda hocalar beni eve gönderdi, başıma bir şey gelecek diye. Saat altı gibi başladım kumaya, sabah dörde kadar. Ben daha okurdum da annemle babam tek tek uyarmaya başlayınca yatmak zorunda kaldım. Zaten artık okuduğumu anlamamaya başlamıştım. Sabah kalkar kalkmaz bir saat daha okudum ve sonunda seriyi bitirdim. Psikolojim bozuldu. Bir seriye başlarsınız hani, serinin bitmesi yıllar alır. Her kitabı günlerce, aylarca beklersin, sonra bir bakarsın bitmiş. İçinde hastalıklı bir his oluşur. işte benim içimde de aynı his oluşmuştu. İçim yanıyordu resmen.
 Tabi hislerim biraz kitabın sonuyla da ilgili ama işte anlatamıyorum! Kitabı okumamış biri okur da tüm keyfi kaçar diye. Zaten pazar günü bir arkadaşım yaptı onu. Bildiğin kitabın sonunu söyledi sırıtarak. Dünya gözlerimin önünde döndü.
 Yani tavsiyem herkesim okuması. Türü, yazılışı farklı. Şu anda kitapçılarda bu tarz bir kitap daha yok. Her şey, her cümle kendine has. Yazarı takdir ettim, kimseden etkilenmemiş gibi. Çok hoşuma gitti işte. Tekrar tekrar okuyup duruyorum. Kendimi boşlukta hissetmeme neden oluyor, o tarz bir kitap arıyorum ama yok! Bilmiyorum, belki de bu kadar hoşuma gitmesinin sebebi çok kötü bir şeyler bekleyerek okumaya başlamam. Sonuç beklediğimden çok daha iyiydi. Yine de herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum..
Read More




Pazar, Ocak 8

Dedeciğim, seni çok sevdim.

 Sevdiğin birini kaybetmenin acıttığını herkes bilir ama asıl zor olan sadece sevdiğiniz birini değil aynı zamanda sizin bir parçanız olan birini kaybetmektir. İşte o zaman aslında kaybetmenin ne olduğunu öğrenirsiniz. bir oyunu, bir yarışmayı, değerli bir hediyeyi kaybetmekten çok daha farklıdır, bu hediyeyi değerli kılan şeyi kaybetmektir.
 Annemle babam ben daha bebekken boşanmışlar, annem daha sonra ben sekiz yaşındayken yeniden evlendi. üvey babamı öz babamdan ayırmam, baba falan derim, belki küçük yaşta hayatıma girdiği içindir. o zamanlar onun benim için boş olan baba figürünü gerçek anlamıyla doldurduğuna inanırdım ama zamanla onu sevsem de gerçekten oraya oturtamadığımı fark ettim. her neyse önemli olan bu değil.
 Babasız yaşamak zordur, bilmeyenler bunu asla anlayamaz. Ben bile çoğu zaman anlayamıyorum. bir şey eksik, eksik olduğunu biliyorum ama ne olduğunu asla anlamıyorum. Ya da şimdiye kadar anlamıyordum.
 Dünyadaki en zalim yaratıklar aslında çocuklardır. ne kadar inciteceklerini bilmeden size eziyet ederler. Çoğu zaman bunları hatırlamayız ve bunu sebebinin yaşımız olduğunu düşünürüz. Bende durumun böyle olduğunu zannediyordum ama biri laf arasında ağzından çocukluğumun tüm detaylarını beynimden sildiğimi hatırlatacak bir şeyi kaçırana kadar. Annemle üvey babam evlendiğinde üvey babamın elinden tutup onu mahallede gezdirmişim ve tüm çocuklara 'Beni artık ezemeyeceksiniz. Benim de bir babam var' demişim. Ben bunu hatırlamıyorum. Ama çocuklara karşı böyle tavır alsam da asla yalnız değildim. Dedem vardı.
 Dedeme annem yeniden evleninceye kadar Ziya baba dedim. O benim babamdı. elinden geldiğince beni korumaya çalışırdı. her zaman yanımdaydı. istediğim tek bir şeye bile hayır demedi. üzülmemem için ne gerekiyorsa yaptı. bildiğim çoğu şeyi ondan öğrendim. Yazları köye gittiklerinde bende bir kaç haftalığına yanlarına giderdim. Bana bir şeyler öğretebilmek için evin balkonunda saatlerce oturur benim düzgünce okumamı, çalışmamı sağlardı. Ben sessizce okurken yanımda kımıldamadan oturur manzarayı seyrederdi, sonra ona okuduklarımı sıkılmadan dinler, benimle bu konuda tartışırdı. Balkonda yastıklar, minderler olurdu. çalışmayı bıraktığımızda birbirimize sarılarak uzanırdık, bana öğütler verirdi. Orada neredeyse bütün gününü benimle uğraşarak, gülümseyerek geçirirdi. Bana ihtiyacım olan baba sevgisini hiç üşenmeden, zevkle verirdi.  Anneannemle o benim torunları değil çocukları olduğumu söylerdi.
 Dedem sık sık hasta olur hastaneye yatardı ama hep iyileşirdi. anneannemse hep sağlamdı. sonra bir gün aniden anneannem kanser oldu ve hepimizin dikkati onun üzerine çevrildi. bu arada dedemi aksatmaya başlamıştım.
 Her hafta sonu oraya giderdik, ben geç saatlere kadar kalmak istemezdim, çünkü çok sıkılırdım. Bir hafta sonu, pazar günü dershaneyi astım ve annemle dedemlere gittim. Annem, anneannem uyumuştu. dedem beni yanına çağırdı ben de onun yanına uzandım. çok güzeldi ama aradan beş dakika içinde dedemin kuzeni geldi. Bende öyle olunca yanından kalktım ve anneannemin odasında uzandım. Akşam babam(üvey) geldi, biraz oturmak istediler ama ben eve gitmek istedim, pazarları eve erken gelmeyi seviyorum, sonra uyumakta zorlanıyorum. Dedem bana sormuştu 'neden sürekli eve gitmek istiyorsun?' diye bende 'Burası çok sıkıcı' demiştim. Dedemde gülmüştü. Çıkarken ikisini de bolca öpmüştüm, keşke daha çok öpseymişim.

Aradan üç hafta geçti. Gece yarısı babamın telefonun sesine uyandım, dernek başkanı, oradan acil bir şey olmuştur diye düşünüp, kulaklıklarımı iyice takıp yeniden uyudum. sabah uyandıktan iki dakika sonra annem aradı beni. Şaşkınlıkla açtım telefonu, annem 'deden hastanede, kalın bir şeyler giy, seni almaya geliyorum' dedi. ben ağlayarak hazırlandım tabi, çok korkuyordum. Sonra annem geldi, çantama yünlü çorap attırdı, aneannemlerin evi soğuktur diye. Hızlıca bir kaç eşya daha aldık ve aşağı indik. Annem kuzeniyle gelmişti, arabaya bindik. Ben orada korkarak dururken annem arkasını döndü ve ' Deden öldü. Ama sen zaten anladın değil mi?' dedi. gözlerim yaşlarla dolmuştu. ama doğru söylüyordu. aslında aradığı anda anlamıştım. annem böyle şeyleri beni üzmemek için normalde elinden geldiğince ertelerdi ama bu sefer direk aramıştı. Eve gidiş yolu bir hayal gibi. eve giriş bir hayal gibi. dedemin nerede olduğunu sorduğumu hatırlıyorum. Annemin beni dedemin normalde kaldığı odaya götürüşünü. İki kanepenin arasında bir şey vardı. uzun, beyaza sarılmış bir şey. annem üzerindeki çarşafı açtı ve dedemi gördüm. cildi beyazdı, fazla beyazdı. Yüzüne bakamıyordum ama bir anlık bakışım aklıma kazındı. anneme dönüp 'Öpebilir miyim?' diye sordum, öp dedi. Ama yapamadım, korktum. korktuğumu fısıldayınca beni hemen odadan çıkardılar. sonra yüzü kapalıyken bir kez daha girdim yanına ama bakamadım. sonrada evden çıktım döndüğümde götürmüşlerdi. Herkes ağlıyordu, annemle ben hariç. Üstüme aşırı bir sakinlik düşmüştü, şoktaydım sanki. İnsanlar geldi, gitti. yemek verildi, sonra cenaze namazı kılındı. Sonra cenazeye gittik. Onu toprağın içine koydular. uzaktan. tek başıma seyrettim. Kimsenin yaklaşmasını istemedim. sonra üzerini gömdüler ve dedem öylece sonsuza dek gitti. hava buz gibiydi ama ben üşümüyordum, bir daha asla üşüyebileceğimi sanmıyordum. Dedem gömülürken her şey daha da gerçeklik kazanıyordu. dedemin cesedini gördüğümde bile bu kadar gerçek gelmemişti ölümü. Dedemi kaybetmiştim. Hayatım boyunca bana gerçekten, tam anlamıyla değer vermiş tek erkeği kaybetmiştim. Bana yıllarca babalık yapan adamı kaybetmiştim. Kimsem yokmuş gibi hissediyordum, sanki dedem öldüğünde dünya dönmeyi bırakmıştı. Benim için her şey anlamını kaybetmişti. Annemin sevgisi yeterli değildi, belki de asla olmayacaktı çünkü bir annenin sevgisiyle bir babanın sevgisi farklı şeylerdi. Ben dedemi kaybetmiştim, sevdiğim tek erkeği sonsuza kadar kaybetmiştim.
 İşte o zaman kaybetmenin ne olduğunu anladım. Kaybetmek, sonsuza kadar olan bir şeydi. Kaybetmek üzülmenize bir kere değil, milyonlarca kere neden olurdu. Ve kaybettiğiniz zaman, kaybınızın büyüklüğünü her geçen saniye daha fazla anlardınız...
Read More




Return to top of page
Powered By Blogger | Design by Genesis Awesome | Blogger Template by Lord HTML